Bir tanıklık olarak yapılı çevre: İstanbul 1960 Mesken Sayımı
1960 İstanbul Konut Mesken sayımının önemli öğelerini değerlendirdiğimiz bu görselleştirme, salt istatistiki bir döküm olmanın ötesinde, şehrin tarihsel bir kırılma anındaki sosyo-mekânsal çerçevesini de çiziyor.

Giriş: Siyasi Sarsıntılar ile Tektonik Fay Hareketleri Arasında
19 Mart'taki siyasi müdahalenin hemen akabinde, İstanbul 23 Nisan'da pek çoklarının uzun zamandır korkuyla beklenen büyük depremin habercisi olmasından endişe ettiği bir hadiseyi – Silivri açıklarında 6.2 büyüklüğünde bir sismik sarsıntıyı – tecrübe etti. İstanbul, her şeyden evvel, dikkate şayan bir mukavemet şehridir. Yıllarımı bu şehri anlamaya harcamış -uzağında kalsam da- ve Amerika Birleşik Devletleri'nden dönüşümden bu yana ömrünün yarısını bu metropolde geçirmiş biri olarak, onun grift yapısı üzerine hiç eksilmeyen entelektüel bir şevkle çalışmaya devam ediyorum.
Sayısız yayın ve forumda savunageldiğim üzere, İstanbul'un sismik kırılganlıkla olan bu sorunlu ilişkisi, temel olarak, mesken stokunun ab initio (başlangıçtan itibaren) sorunsal mahiyetinden kaynaklanmaktadır. Konut meselesi, 1940'ların ortalarından itibaren hususi bir vuzuhla tezahür etmeye başlamış, neticeleri günümüze dek yankısını yaratan mekânsal gelişim örüntülerini tesis etmiştir.
Aşağıda, 1962'de yayınlanan, 1960'ın ikinci yarısında gerçekleştirilen kapsamlı araştırmanın -DPT ve Devlet İstatistik Enstitüsü'nün temellerini atan ekibin yaptığını tahmin ettiğim- İstanbul'a dair örnekleminden yansıttığı sonuçlarını bulabilirsiniz. İstatistik ayrıntıları metnin tamamı yanımda olmadığı için ekleyemedim. 2010'ların başında Beşiktaş'taki Devlet İstatistik Enstitüsü kütüphanesinde geçirdiğim bir ayın mahsulü aşağıdaki görselleştirme.
İstanbul Konut Anketi | 1960
20. yüzyıl ortasında İstanbul'un konut durumunun kapsamlı bir görselleştirmesi
Toplam Konut Sayısı
303,418
Doluluk Oranı
98.21%
Kiracı Oranı
58.24%
Ev Sahibi Oranı
38.59%
Konut Tipleri
Oda Sayısı Dağılımı
Büyüklük Dağılımı (m²)
İşe Gidiş Yöntemleri
Bina Tiplerine Göre Yüzdelik Dağılım
Bina Tiplerine Göre Sayısal Dağılım
Elektrikli
95.09%
Mutfaklı
80.49%
Özel Tuvaletli
87.74%
Banyolu
45.55%
Temel Olanaklar
Altyapı Bağlantıları
Isınma Tipleri
Kanalizasyon Sistemleri
Mesleğe Göre Konut Sayısı
Mesleğe Göre Mülkiyet Durumu
Mesleğe Göre Konut Olanakları
Meslek Kategorisine Göre Bina Tipleri
Araştırmalarım, ilk faal göçmen gecekondu yerleşimlerinin – gayriresmî olarak inşa edilmiş, "bir gecede kondurulmuş" meskenleri ifade eden bir terim – 1940'ların ortalarında Yedikule havalisi dışında, Teodosius Surları'nın eski Altın Kapısı civarında, bugünkü Zeytinburnu ilçesi olan mevkide ortaya çıkmaya başladığını göstermektedir. Bu durum, enformel yerleşimlerin İstanbul'un kentsel peyzajında büsbütün yeni bir olgu olduğu anlamına gelmemektedir. Nitekim daha önceki gecekondu mahalleleri, şehrin daha kadim, yerleşik bölgelerinde temerküz etmişti.
Unutmamalıyız ki, 20. yüzyılın başlarında, Osmanlı İmparatorluğu nihai inhitat devrine girerken, peşisıra gerçekleşen feci yangınlar İstanbul'un ekseriyetle ahşap olan konut stokunun yaklaşık yarısını tahrip etmişti. Tarihi şehrin mesken envanterinin mühim bir kısmını, imparatorluğun çöküşünün fiziki tezahürleri ve müteakip kentsel dönüşümlerin maddi önkoşulları olan bir harabezârdan ibaret olarak nitelendirmek makul olacaktır.
1930'lara ve 1940'lara gelindiğinde, bu harabe mekânlar dahi, başta Karadeniz bölgesinden gelen, ancak Balkan muhacirlerinin daha önceki yerleşimlerini de içeren yavaş lakin mütemadi göç dalgalarını iskân etmeye kifayet etmiyordu. Tarihi kent çekirdeği, görünüşe göre, istîab kapasitesine ulaşmıştı. 1950'lere varıldığında, – daha önceki makalelerimde tafsilatıyla izah ettiğim üzere – asli kentsel mücadele, bu yeni göçmenlerin başlarını sokacak bir yer tesis etmek için giriştikleri umutsuz mekân arayışı etrafında şekilleniyordu. Yaşanabilir mekân mücadelesi, 1946 seçimleri civarında bilhassa keskinleşmiş, en görünür şekilde Zeytinburnu'ndaki arazi işgalleriyle tezahür etmiştir. Daha sonraları gecekondu yerleşimleri terimi altında resmileştireceğimiz olgu, tam da bu tarihsel uğrakta başlamış, 1946 ile 1950 arasında kırdan kente göçün ivme kazanmasıyla birlikte yoğunlaşmıştır.
Adnan Menderes'in – İstanbul'un müteakip kentsel gelişim yörüngesi açısından akıbeti belirleyici olacak – en mühim başarısı, bu yerleşim hareketine verdiği pragmatik mukabele olmuştur. Başlangıçta bu enformel gelişmelere göz yumduktan sonra Menderes, 1950'den sonra Anadolu'dan gelen ve neredeyse kaçınılmaz olan göçü, topraksız göçmenleri – mülkiyet statüsü ne kadar pamuk ipliğine bağlı veya hukuken müphem olursa olsun – kentsel mülk sahiplerine dönüştüren bir sürece etkin bir şekilde kanalize etmiştir. Enformelliğin bu siyasi kabulü, İstanbul'un gelecek onyıllardaki büyümesini tanımlayacak bir kentsel gelişim örüntüsü tesis etmiştir – ki bu örüntünün maddi tezahürleri, 1960 konut envanteri verilerinde dikkate değer bir berraklıkla yakalanmıştır. Bu durumu şurada ayrıntılarıyla açıklamaya çalışmıştım: Ezilmiş ve Aşağılanmışlar: 1960'larda İstanbul'da Gecekondu Meselesi.
Analitik bir perspektiften bakıldığında, bu dönüşüm, Henri Lefebvre'in "mekânın üretimi" olarak adlandırdığı olgunun çevre kapitalizmi koşulları altındaki tipik bir misalini temsil eder; burada devlet, demografik baskılar ile sermaye birikimi zorunlulukları arasında bir aracı rolü üstlenmektedir. İstanbul'un yapılı çevresinin politik ekolojisi – mekânsal örgütlenmesi, maddi nitelikleri ve altyapı ağları – sadece toplumsal süreçlerin cereyan ettiği bir artalan olarak değil, bilakis özgül politik-ekonomik düzenlemelerin ve yönetişim stratejilerinin vücut bulduğu bir yer olarak ortaya çıkar.
1960 konut verilerini bu tarihsel bağlama yerleştirdiğimizde, sadece istatistiki örüntüleri değil, aynı zamanda siyasi kararların, iktisadi zorunlulukların ve toplumsal mücadelelerin şehrin bizzat dokusuna işleyen çökeltisini de tefrik edebiliriz. Belirli bina tiplerinin ağırlığı, donatıların dağılımı ve toplumsal sınıflara göre iskân örüntüleri, İstanbul'u kritik bir tarihsel dönemeçte – bir yandan imparatorluk geçmişinin izlerini taşırken diğer yandan hızlı sanayileşme ve eşitsiz modernleşme altında müteakip gelişimini tanımlayacak sosyo-mekânsal çelişkileri billurlaştıran bir şehir olarak – gözler önüne serer.
Bu analizden ortaya çıkan tablo, İstanbul'u öncelikle abidevi anıtları veya kültürel temsilleriyle tanımlanan bir şehir olarak değil, daha ziyade sakinlerinin gündelik hayatının maddi altyapısını teşkil eden sıradan mekânlar – apartman daireleri, müstakil evler, ev daireleri ve gecekondular – bütünü olarak resmetmektedir. 1960 konut envanterinin titiz dokümantasyonunda yakalanan bu alelade mekânlar, şehrin hem siyasi hem de sismik istikrarsızlığa karşı günümüzdeki zafiyetlerini anlamak için hayati bir arkeolojik katman sunmaktadır. Nisan 2025'in sarsıntıları, sadece jeolojik katmanlarda değil, aynı zamanda kentsel gelişimin bu tarihsel çökeltileri boyunca yankılanmakta, onyıllar önce alınan kararların mütemadi neticelerini açığa çıkarmaktadır.
I. 1960 Momenti: Kritik Bir Kavşakta İstanbul'u Yakalamak
1960 İstanbul'una ait detaylı konut envanteri verilerini incelerken, derin bir dönüşüm içindeki bir şehirle – imparatorluk çöküşü ile milliyetçi modernleşme arasında, geleneksel kentsel formlar ile hızlı sanayileşmenin amansız baskıları arasında sıkışmış bir metropolle – yüzleşiriz. Önümüzdeki veri seti, salt istatistiki bilgiden daha fazlasını temsil eder; kırdan kente göçün ilk büyük dalgalarının toplumsal dokusunu ve fiziki peyzajını dönüştürmeye başladığı, belki de en kritik tarihsel dönüm noktasında şehrin donmuş bir karesini sunar.
Menderes'i zorla iktidardan cuntanın 1960 darbesinden hemen sonra derlenen bu envanter, İstanbul'un müteakip kentsel gelişim yörüngelerini anlamak için hayati bir referans noktası teşkil eder. Takip eden onyıllarda şehrin hem zafiyetlerini hem de dirençliliğini şekillendirecek olan maddi koşulları dikkate değer bir berraklıkla aydınlatır.
II. Konut Tipolojisi ve Mülkiyet Örüntüleri: Sosyo-Mekânsal Bir Okuma
Görselleştirme, İstanbul'un 1960'taki konut stokunun tipolojik bileşiminde şimdiden dikkate değer bir çeşitlilik sergilediğini ortaya koymaktadır. Apartman daireleri tüm konut birimlerinin %35,25'ini oluştururken, bunu bitişik nizam evler (%24,81), ev daireleri (%23,51) ve müstakil evler (%16,43) takip etmektedir. Bu dağılım, hem Osmanlı kent morfolojisinin kalıntılarını hem de daha sonra yap-satçı sistemi aracılığıyla spekülatif gelişimin hâkim biçimi haline gelecek olan inşaat pratiğinin ilk evresini yansıtmaktadır.
Belki de en manidar olanı mülkiyet örüntüsüdür; birimlerin %58,24'ü kiracılar tarafından işgal edilirken, sadece %38,59'u mülk sahipleri tarafından kullanılmaktadır. Kiralık konutların bu denli baskınlığı, birçok sakin için kentsel yaşamın geçişken doğasına ve hızla büyüyen bir metropolde barınma ihtiyacından nemalanacak bir konumda olan, yeni palazlanan kentli bir rantiyeci sınıfın ortaya çıkışına işaret eder. Veriler, Henri Lefebvre'in çevre kapitalizminin özgül koşulları altında "mekânın üretiminin" erken aşamaları olarak tanımlayabileceği duruma tanıklık etmektedir. Nispeten düşük boşluk oranı (%1,79) ise, sonraki onyılların büyük nüfus patlamalarından önce bile konut stoku üzerindeki yoğun baskıyı göstermektedir.
III. Gündelik Hayatın Altyapısı: Toplumsal Göstergeler Olarak Donatılar
Donatı verileri, sıradan İstanbullular için modernite deneyimlerini şekillendiren gündelik hayatın maddi koşullarına – ev içi yaşamın altyapısına – bir pencere açar. Rakamlar çarpıcıdır: Konut birimlerinin %95,09'unda elektrik bulunurken (Türkiye'nin kalkınma politikalarında modernleşmenin önceliklendirildiğine işaret eder), sadece %45,55'inde banyo mevcuttur. Elektrifikasyon ile sıhhi tesisat altyapısı arasındaki bu farklılık, gündelik ihtiyaçlar yerine görkemli modernleşmeyi önceleyen özgül bir eşitsiz gelişim örüntüsünü açığa vurur.
Dahası, ısınma sistemleri verileri – birimlerin %94,09'unun sobaya dayandığını ve sadece %3,48'inin merkezi ısıtmaya sahip olduğunu gösteren – hem geleneksel ev içi pratiklerin devamlılığını hem de kentsel nüfusun sosyo-ekonomik katmanlaşmasını aydınlatmaktadır. Soba ile ısınmanın bu inatçı ısrarı, daha sonraları şehrin 1970'ler ve 1980'lerdeki meşhur hava kirliliği krizlerine katkıda bulunacaktır – tamamlanmamış modernleşmenin bir çevresel dışsallığı.
Kanalizasyon sistemi istatistikleri (%75,97'si kanalizasyona bağlı, %16,99'u fosseptik sistemlere, %7,04'ü ise "diğer" – doğrudan deşarj için kullanılan bürokratik bir hüsnütabir) İstanbul'un genişlemesine eşlik edecek çevresel zorlukların habercisidir. Bu rakamlar, sadece teknik düzenlemeleri değil, aynı zamanda yapılı çevrede sınıf ilişkilerinin ve yönetişim önceliklerinin maddileşmesini temsil eder.
IV. Büyüklük Dağılımı ve Oda Konfigürasyonu: Kentsel Yaşamın Mekânsal Siyaseti
Konut birimlerinin büyüklük dağılımını incelediğimizde, yalın bir gerçeklikle karşılaşırız: Tüm birimlerin %40,55'i 50 metrekareden küçüktür, ek olarak %28,29'u ise 50-74 metrekare arasındadır. İstanbul konut stokunun üçte ikisinden fazlasının nispeten küçük birimlerden oluşması, hem dönemin iktisadi kısıtlılıklarına hem de müteakip göç dalgalarıyla yoğunlaşacak olan mekânsal sıkışmaya işaret eder.
Oda dağılımı verileri bu tabloya nüans katmaktadır. En sık rastlanan kategori 3 odalı meskenlerdir (%24,55), bunu yakından 2 odalı birimler (%23,64) takip eder. Küçük boyutlu birimlerin baskınlığına rağmen, 4 odalı (%20,51) ve 5+ odalı (%20,52) konutların nispeten yüksek oranı, yoğun yaşam düzenlemelerini – mütevazı mekânları paylaşan çok sayıda insanı – akla getirmektedir ki bu, şehir büyüdükçe giderek yaygınlaşacak bir örüntüdür.
V. Mesleğe Göre Konut: Sınıf Yapısının Cisimleşmesi
Belki de en aydınlatıcı olan, meslek kategorisine göre konut koşulları verisidir. Görselleştirme, erken Cumhuriyet İstanbulu'ndaki sınıf katmanlaşmasının maddi boyutlarını gözler önüne serer. Yeni palazlanan bir orta sınıfı temsil eden serbest meslek sahipleri ve teknik elemanlar, ücretli emekçilere veya vasıfsızlara göre belirgin şekilde daha iyi konut koşullarına sahiptir. Konut donatılarına – özellikle banyo ve mutfaklara – bu farklılaşmış erişim örüntüsü, farklı toplumsal grupların moderniteye "eşitsiz eklemlenmesini" teyit eder.
Serbest çalışan profesyonel olmayanların (Ticaret ve Sanayiciler müteahhitler, 101.528 birim) – İstanbul'un iskan edilen konut stokunun yaklaşık üçte birini oluşturan – güçlü temsili, Türkiye modernleşmesine dair konvansiyonel anlatıların yeniden gözden geçirilmesini gerektirir. Ana akım tarih yazımında vurgulanan devlet öncülüğündeki, bürokratik olarak idare edilen kalkınma yerine, bu veriler, kırdan kente göçmenler için kentsel iktisadi bütünleşmenin hâkim biçimini oluşturan sayısız küçük ölçekli girişimci faaliyet olan "esnaf"ın canlılığını ve sayısal baskınlığını düşündürmektedir.
Mesleğe göre mülkiyet örüntüleri bu katmanlaşmayı daha da aydınlatır. Serbest çalışan profesyonel olmayanlar en yüksek ev sahipliği oranını gösterirken, maaşlı çalışanlar (memurlar) ağırlıklı olarak kiracıdır. Bu durum, mesleki statü, gelir istikrarı ve mülk sahipliği arasında, sınıf konumu ile konut zilyetliği arasındaki basitçi korelasyonlara meydan okuyan karmaşık bir ilişkiye işaret etmektedir.
İşsizler veya vasıfsız emekçilerin (Mesleksizler, 48.951 birim) konut koşulları bilhassa merak uyandıran bir vaka sunar. Bu kategori, kiracılığa (%45,24) kıyasla nispeten yüksek bir ev sahipliği oranı (%53,44) göstermektedir – ekonomik olarak marjinal nüfuslar arasındaki mülkiyet ilişkilerine dair konvansiyonel beklentilerle çelişen bir örüntü. Bu anomali, Çağlar Keyder ve Ayşe Buğra'nın Türkiye kentleşmesinin ayırt edici "refah rejimi" olarak tanımladığı olguyla açıklanabilir: enformel mülkiyet erişiminin (öncelikle gecekondu yerleşimleri aracılığıyla) formel sosyal güvencenin yerine ikame edilmesi, ki bu Mike Davis'in çevre kapitalist gelişiminin çelişkileri için bir "emniyet supabı" olarak adlandırdığı işlevi görür.
VI. İşe Gidip Gelen Şehir: Hareketlilik Örüntüleri ve Kentsel Form
İşe gidiş geliş verileri, kentsel yaşamı yapılandıran gündelik hareketlilik örüntülerine büyüleyici bir bakış sunar. Yürüyüş, hâkim ulaşım biçimi olmayı sürdürmektedir (%41,57); bu durum hem geleneksel İstanbul mahallelerinin kompakt doğasını hem de makineleşmiş ulaşım ağlarının sınırlı erişimini yansıtır. Otobüs sistemi (%31,01) şimdiden önemli bir ulaşım biçimi olarak ortaya çıkmışken, vapurlar (%9,31) su yollarıyla tanımlanan bu şehirde önemli bir rol oynamaya devam etmektedir. Trenlerin nispeten küçük rolü (%5), daha sonra şehrin genişlemesini yönetmede kritik hale gelecek olan demiryolu altyapısının henüz sınırlı gelişimini göstermektedir.
Bu hareketlilik örüntüleri, birçok açıdan hala insan ölçeğinde işleyen bir şehri ortaya koymaktadır – ki bu nitelik, müteakip otomobil odaklı gelişim ve tarihi yarımada ile yakın çevresinin ötesine yayılan kontrolsüz büyüme ile giderek aşındırılacaktır.
VII. Sonuç: Tarihi İleriye Doğru, Bugünü Geriye Doğru Okumak
İstanbul'un 1960 konut envanterinin görselleştirilmesi, tarihsel bir meraktan daha fazlasını sunar; hem siyasi hem de sismik sarsıntıların açığa çıkardığı güncel zafiyetleri anlamak için hayati bir bağlam sağlar. Burada belgelenen – çoğu hala ayakta, tadil edilmiş ve yoğunlaşmış olan – konut stoku, şehrin mevcut deprem risk profilinin maddi düzeyde en alt katmanını oluşturur. Bu verilerde yakalanan bina tipleri, inşaat yöntemleri ve iskân örüntüleri, sonraki onyıllarda yoğunlaşacak olan özgül prekarya biçimlerini önceden haber verir.
İstanbul'un konut peyzajı içinde serbest çalışan profesyonel olmayanların önemli temsili, Karl Polanyi'nin kapitalist gelişmenin karakteristiği olarak tanımladığı "çifte hareketi" aydınlatır: piyasa ilişkilerinin eş zamanlı genişlemesi ve koruyucu karşı-hareketlerin ortaya çıkışı. İstanbul'un 1960 konut stokunda bu girişimci kategorinin baskınlığı, Ayşe Buğra'nın Türkiye'nin özgün "devlet-piyasa-aile sacayağı" olarak adlandırdığı durumu – küçük ölçekli kapitalist faaliyetlerin ve ailesel refah tedarikinin hem devlet kapasitesinin hem de formel piyasa mekanizmalarının sınırlılıklarını telafi ettiği bir gelişim örüntüsünü – önceden haber verir.
Bu bakımdan, 23 Nisan'da Silivri açıklarında meydana gelen 6.2 büyüklüğündeki deprem, sadece jeolojik bir olay olarak değil, aynı zamanda tarihin bizzat titrediği – İstanbul'un yapılı çevresini üreten birikmiş kararların, yatırımların, ihmallerin ve doğaçlamaların aniden ve şiddetle yeniden değerlendirildiği – bir an olarak okunmalıdır. Ondan önceki siyasi sarsıntılar da benzer şekilde, kentsel düzenin toplumsal temellerinin sınandığı anları temsil eder.
İstanbul'un konut yörüngesi – 1940'ların gecekondu yerleşimlerinden bu 1960 verilerinde yakalanan apartmanlaşma patlamasına ve ötesine – barınma ihtiyacının güvenlik, kalite ve sürdürülebilirlik mülahazalarını hükümsüz kıldığı ısrarcı bir örüntüyü ortaya koymaktadır. Menderes'in kırsal göçmenleri (mülkiyetleri ne kadar pamuk ipliğine bağlı olursa olsun) kentsel mülk sahiplerine dönüştürmedeki "başarısı", uzun vadeli dirençlilik yerine acil iskânı önceliklendiren bir kentsel gelişim paradigması tesis etmiştir.
Günümüz İstanbul'unda siyasi istikrarsızlık ve sismik riskin çifte hayaletiyle yüzleşirken, bu tarihsel veri seti hem bir ikaz hem de bir rehber işlevi görür. Bize bugün karşı karşıya olduğumuz zafiyetlerin, onyıllar boyunca özgül politika tercihleri, iktisadi düzenlemeler ve toplumsal uzlaşılar aracılığıyla inşa edildiğini hatırlatır. Bu örüntüleri anlamak, daha dirençli alternatifler inşa etmeye – şüphesiz ileride yaşanacak olan hem harfî hem de mecazi depremlere dayanabilecek bir şehir kurmaya – yönelik ilk adımdır.
Walter Benjamin'in deyişiyle, tarihsel gelişim örüntüleri kesintisiz devam ederse "ölüler bile güvende olmayacaktır". Kökenleri bu 1960 verilerinde yakalanan bir konut stokunun katmanlı zafiyetleri ortasında yaşayan İstanbul sakinleri için, meselenin vahameti bundan daha büyük olamazdı. Önümüzdeki görselleştirme sadece tarihi bir belge değil, aynı zamanda mevcut tehlikelerin ve gelecekteki olasılıkların bir haritasıdır.